GURBETTE İLK BAYRAM

(Çilekeş bir toplumun hayat hikâyesinden bir kesit…)

Ana-babamızı, eşimizi, çocuklarımızı ve diğer yakınlarımızı bırakarak gurbete çıktığımız ilk günlerdi. İş kaygısı ve gurbet kahrından başka hiç bir şey düşünemiyorduk. Memleketimizle tek bağımız, adresine en az 2-3 haftada ulaşabilen mektuplarımızla, kulağımızı dayayarak dinleyebildiğimiz radyolarımızdı. Kıbrıs savaşını bile böyle, radyo yayınlarından takip edebilmiştik.

Her yerde sinema veya video bile yoktu. Bazen bu tür imkanlardan faydalanabilmek için kilometrelerce yürümek mecburiyetinde kalıyorduk. Araba ve ehliyeti olan bile olmadığından, motosiklet revaçtaydı… Motosikleti olan daha uzun yerlere gidip çeşitli imkanlardan faydalanabiliyordu. Bizler de onlardan dinlemekle yetiniyorduk.

***

Her akşam yatmadan önce, yakınlarımızın siyah-beyaz fotoğraflarına bakıp ağlar, ağlar, ağlardık...

Gözyaşlarımızı emen o yastıklar sıkılsaydı, kimbilir ne hikayeler damlardı...

***

Neydi o günler !..

Memleket özlemimizi, ancak, ufka bakarak bulutların arasında hayallerimizin yansımalarını gözleyerek gidermeye çalıştığımız o günler !

İçimizden, « Keşke şu bulutların arasında büyükçe bir ayna olsaydı da memleketimizin üstüne tutarak seyredebilseydik » diye geçirdiğimiz o günler !

Ahh !

***

İzin yolunda karşılaştığım bir arkadaşımızdan dinlediğim acı fakat gerçek bir hikayeyi aşağıya alarak dikkatlerinize sunmak istiyorum :

« Yirmi seneden beri Viyana’da bir fabrikada çalışıyorum. Yirmi senem şöyle geçti :

Eşimi, çocuklarımı getirmediğim için onların hasretiyle yanıp tutuşuyorum. Bunun için her anım onları hayal etmekle geçiyor. Fabrikada çalışırken şöyle hayaller kuruyorum : Graz’dan (Avusturya’nın sınır şehri) çıkıyorum. Yugoslavya, Bulgaristan, Türkiye derken evime varıyorum. Kapıyı çalıyorum. Hanım tam kapıyı açacak, bölüm şefimiz Hans : « Mehmet ! » deyiveriyor...

Neyse, onunla konuşmam bitiyor. Tekrar Graz’dan çıkıp yollara düşüyorum. Yirmi seneden beri bir gün olsun, hayâli bile olsa, hanımın kapıyı açtığını göremedim… »

Sordum :

« Hans ile işin bittikten sonra neden tekrar Graz’dan çıkış yapıyorsun ? Kaldığın yerden devam etsen olmaz mı ? »

Şöyle cevap verdi :

« O zaman tadı olmuyor ki ! »

***

İşte, hayatımız böyle akıp giderken Almanca Freitag’ın, Fransızca Vendredi’nin Cuma demek olduğunu anladığımız gün, bir şeylerden daha ayrı düştüğümüzü anlamıştık…

Dinimizden, kültürümüzden, ezanımızdan…

Peki, bu boşluğu nasıl dolduracaktık ?

Ne yazık ki, bunun için gerekli olan bilgi donanımı hiç birimizde yoktu…

***

Hiç unutamam, akşamları evlerde toplanır kâğıt oynardık. Kimimiz oyuncu kimimiz de seyirci olduğundan, namaz vakti geldiğinde namazımızı evin bir köşesinde sırayla kılarken, seyirci arkadaşlarımız da, namazlarımızı bitirinceye kadar bizim yerimize oyuna devam ederlerdi…

İlk Ramazanı böyle zor-bela geçirmek üzereydik. Bayramın yaklaştığını farkettikçe gurbetin kahrı daha ağır çökmüştü zayıf bedenlerimizin üstüne…

Ellerini öpeceklerimiz ve ellerimizi öpecek olanlarımız da yoktu artık…

Ya şeker toplayan çocuklar ! Onların, istediklerini aldıktan sonraki sevinçle parlayan gözleri...

Bayram sabahları, baba ocağında topluca yenen yemekler...

Ne anamız vardı, ne de babamız…

Ne eşimiz, ne de çocuklarımız…

Hiç biri yoktu artık…

Yapayalnız kala kalmıştık…

***

Birimiz Konyalı, diğerimiz Kars’lı, bir diğerimiz Sinoplu ve ötekimiz Adanalı…

Oysa hiç bir bayramı böyle başka başka şehirlerden olanlarla kutlamamıştık…

İlk defa olduğundan, çok ağır ve de çok acı gelmişti bizlere…

Derken, bir gün bayram gelip çatmıştı…

Ne hoca vardı, ne de cami ve minare…

Bunlar olmayınca ezan da yoktu elbet…

Bayram sabahı bir evde toplanmıştık. Hepimiz suskunduk. Hiç kimse, bırakın bir şeyler söylemeyi, birbirimizin yüzüne bile bakamıyorduk. Her birimiz, âdetâ patlamaya hazır bomba gibi ağlamaya hazırdık…

Uzun bir süre sonra içimizden biri, kendini biraz da zorlayarak « Hemşerilerim ! Hepimizin bayramı mübârek olsun » diyebilmişti.

Bu esnada evin bir köşesinden hıçkırıklarla ağlama sesi duyuldu...

Ve arkasından hepimiz.

Sakinleştikten sonra çaylar yudumlandı. Fakat çayların mı tadı yoktu, yoksa tadı olmayan bizler miydik !

Ne sorabildik, ne de cevap bulabildik…

Sonra teker teker dağıldık sokaklara.

***

Bir arkadaşımız şöyle söylemişti bir gün :

« Yolda boynu bükük birini görürseniz, sormanıza gerek yok, o mutlaka bizim insanımızdır »

İşte böyle dağılmıştık sokaklara…

Boynumuz bükük, dalgın, şaşkın…

Adetâ nereye gideceğini bilmez bir şekilde yürümüştük sokaklarda.

Sonra evlerimize döndük çaresiz. Çünkü aradığımız şey, sadece evimizdeki küçük sehpanın üstünde duran radyomuzun hemen yanıbaşındaydı : Siyah-beyaz fotograf !

Eşimiz ve çocuklarımız…

Koskoca Avrupa’da, bizden olan, sadece bu küçücük fotoğrafın içindeydi…

Tek varlığımız ve de sermayemiz !

Bizi ötelere bağlayan…

Ezanımız, namazımız, camilerimiz ve minarelerimiz…

Köyümüzün kahvesi, evimiz ve bahçemiz…

Ahırımızdaki kuzularımız, ineğimiz , eşeğimiz, atımız, kağnımız…

Her şeyimiz, o fotoğrafın içindeydi.

Tıpkı bir falcı gibi, ona bakıp bakıp, uzaklarda bırakıp geldiğimiz bütün değerlerimizi oradan seyrediyorduk !

Sadece seyretmiyor, kitaplar dolusu mânâlar da yüklüyorduk...

Tek kelimeyle, o fotoğraflar bizim her şeyimizdi; ülkemizdi, tarihimizdi, coğrafyamızdı...

***

İşte, gurbette geçen ilk bayramımız !

Allah, bir daha, hiç kimseye, fotoğrafa ve ufka bakarak bayram yaşatmasın…

Düşmanımıza bile…

 

Sepetim


Alışveriş sepetiniz boş.